FRANSIZ YENİ DALGA YÖNETMENİ FRANÇOİS TRUFFAUT VE SİNEMASI; " PİYANİST'İ VURUN " FİLMİ
Yönetmen sineması, bir sinema sever olarak hep ilgimi çekmiştir. Beni etkileyen tarafı; eğer bir film yönetmen sineması yapıtıysa filmin bir kişiliğin imzası olduğu düşüncesidir. Sinema kuramlarında da bu anlayışa Auteur adı verilmiştir. Auteur kuram, Fransız sinemacılar dolayımıyla bir kuram haline getirilmiştir. Fransız Yeni Dalga yönetmenleri, gerçekçi sinema anlayışlarıyla 50’lerden itibaren ana akım olan Hollywood sinemasına karşı bir hareket olarak ortaya çıkmış ve Hollywood’un yönetmeni bir kenara atmış yıldız sineması anlayışına karşı bir duruş sergilemişlerdir. Gerçekçi yaklaşımları da sinema fikirlerine yön veren Andre Bazin sayesinde şekillenmiştir. Andre Bazin’in Cahirs du Cinema dergisinde sinema eleştirmenlikleriyle başlayan kariyerleri sonraları yönetmenliğe evirilmiştir. Fransız Yeni Dalga’nın göze çarpan iki Auteur yönetmeni olduğunu söylemek mümkün; Jean Luc Godard ve François Truffaut. İki isim benzer bir sinema anlayışı sergilese de kendi yapıtlarında Auteur yaklaşımında da olduğu gibi kişiliklerinin farklılıklarını ortaya koymuşlardır. Bu iki Auteur arasında benim kendime daha yakın hissettiğim ve sinemasından daha çok keyif aldığım isim François Truffaut oldu.
François
Truffaut, sinema üzerine hem yazmış hem de film yapmış bir sinemacı olarak
karşımıza çıkar. Bahsi geçen Auteur kuramın temellerini atan isimlerden biri
olduğunu söylemek mümkün. François Truffaut’un Piyanist’i Vurun filmini ele
almadan önce kısaca onun hayatından ve söylemlerinden söz etmek gerekir. Çünkü
yönetmen sinemasında bir filmi anlamlandırabilmek için öncelikle yönetmen
hakkında bilgi sahibi olmak gerekir.
Truffaut, 6 Subat
1932’de Paris’te dünyaya gelmiştir. Çocukluk ve gençlik yıllarına baktığımızda
Nazi işgalini bire bir yaşamış olduğunu görürüz. Islahevinde hatırı
sayılır yıllar geçiren yönetmen, sonraki
sinema kariyerinde toplumsal konulara değinmekten kaçınmıştır. Fakat otorite
baskısı altındaki karakterlere çokça değinmiştir. Bunun en gözle görülür örneği
“400 Darbe” filmidir. Çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren edebiyat ve
sinemaya verdiği önem sonraları yönetmenlik ve eleştirmenlik anlayışında da
etkisini görebiliriz. Kaldı ki kendisi de hayatta en çok önem verdiği iki konu
hakkında konuşurken “ Edebiyat ve sinema, bir diğeri de aşktır. “ şeklinde
cevap vermiştir. Kendisinin de söylediği gibi edebiyat ve aşka dair izleri
filmlerinde rahatlıkla görüyor ve Truffaut’un bu kavramları kendi içerisinde ne
şekilde anlamlandırdığını filmlerde izleyebiliyoruz.
Piyanist’i Vurun
filmi François Truffaut’un kendisinin yazıp yönettiği 1960 yapımı olan ilk
sinema filmlerinden biridir. Filmin türü dram ve kara film olarak
tanımlanabilir. Kimlik karmaşası içinde yaşayan bir piyanistin içsel sorunlarını,
hayata dair yaşadığı zorluklarını ve zorluklarla baş etmesini izliyoruz. Baş
kahraman Charlie/Edouard’ın kardeşi Chico’nun iki adam tarafından
kovalanmasıyla başlayan hikaye sonrasında onun piyanistlik yaptığı küçük bara
geliyor. Barda beraber çalıştığı genç kadın Lena ve patronu Plynee sonrasında
bu hikayenin önemli kahramanları haline geliyor. Lena, uzun zamandır gizliden
gizliye hayranlık beslediği Charlie/Edouard ile yakınlık kurmayı başardığı
sırada başlarına bir çok talihsiz olay gelmesiyle kısa mutlulukları tepe taklak
oluyor. Kardeşi Chico’nun peşindeki adamlara patron Plynee tarafından
satıldıktan sonra bu talihsiz olaylardan tam kurtulacaklarını düşünen ikili
mutlu bir sona kavuşamadan hikayenin başındaki umutsuz hallerine geri
dönüyorlar. Gerçekçi yaklaşıma uyan bir şekilde son yapan bu film, seyirciye
mutlulukları anlık yaşatıp peşine her şeyi bozan başka bir aksilik sunuyor.
Hayat da böyle değil midir zaten? Sürekli bir koşturmaca ve mücadele halindesindir fakat anlık mutluluklar her zaman için bizleri bulacaktır. Son ise hiçbir zaman tahmin edilen gibi olmayacaktır. Piyanist’i Vurun filminin hikayesi de aynı bu şekilde izleyiciye yansıtılmıştır.
İzlemesi keyifli bu
hikaye teknik olarak Fransız Yeni Dalga sinema anlayışının izlerini çok net bir
şekilde taşımaktadır. Hollywood’a karşı çıkan bir anlayış olarak klasik sinema
teknik kurallarını yer yer yıkmış ve izleyiciyi rahatsız etmeden bunu
başarmıştır.
François Truffaut’un yönetmenliğini Godard’a göre biraz daha sevmemin de nedeni filmlerinde ne yaptıysa dozunda yapmış olmasıdır. Karakterler dozunda iyi veya dozunda kötü, teknik kusurlar yapılıyor ama izleyiciyi rahatsız etmeyecek düzeyde oluyor. Truffaut’u sevmemin bir diğer nedeni de kendisi de iyi bir okuyucu olduğu için olsa gerek; diyaloglar şiirsel ve gerçekten hikayeye anlam katıyor. Sanki filmdeki her nokta hikayeye anlam katmak için konulmuş, her birinin anlamı var.
Yorumlar
Yorum Gönder